Uzun tarih çizgisinde her yüzyılın kendini niteleyen baskın bir imajı vardır. 20. yüzyıl savaşlar, barışlar, anlaşmalar kısaca “siyasi diplomasi” odaklı geçen bir süreç olarak tarihteki yerini almıştır. Bu dönemde anlaşmalar; genel olarak toprak paylaşımı, siyasi tabiiyet, bağımsızlık ve ateşkes gibi zorunlu mutabakatlar adına yapılagelmiştir. Daha başlarında olduğumuz 21. yüzyıl ise özellikle küreselleşme ile birlikte geçmiş tüm süreçlerden çok farklı bir perspektifte karşımıza çıkmaktadır: Uluslararası ticaret. “Ticaret”; insanlık tarihinin başından beri en yaygın olan toplumsal faaliyet olmakla birlikte hiçbir dönemde içinde bulunduğumuz kadar küresel ölçekte olmamış, yaşamın ayrılmaz bir parçasına hâline gelmemiştir. Ticaretin bu dönemde üstlendiği vazgeçilmezlik misyonu hem ülkeler hem de şirketler bazında “özel iletişim normları” oluşturmalarını gerektirmiş; geçmiş yüzyılın baskın değeri olan “siyasi diplomasi” olgusu ile eşdeğer, hatta bazen daha önemli bir kavram olarak kullanılmasına neden olmuştur. Ülkelerin siyasi çıkarları ile ekonomik güçleri her daim uyumlu ve senkronize bir görünüm arz etse de bu genel duruma günümüzde çok uluslu ve farklı ülke sermaye ortaklıkları içeren dev şirketler ve projeler gibi önemli istisnalar eklenmiştir. Böylelikle ilişkiler tüm zamanlardan çok daha karmaşık bir hâl almıştır. Bu döneme dek ülke menfaatlerinin bütününü korumakla mükellef görülen “siyasi diplomasi”, ticareti de içerdiği düşünülerek sarmal biçimde, iç içe kullanılmıştır. Ancak günümüzde “ticari diplomasi”, tam da yukarıda açıkladığımız istisnai nedenlere bağlı olarak kendi bağımsız dilini geliştirmiştir. Bu da farklı normları uygulamaya koyma zorunluluğunu doğurmuştur. Bu özel dil, ticaretin doğası gereği karşılıklı mutabakat ve kazan-kazan mantığına dayalı olan, akıl odaklı bir dinamiğe sahiptir. Kısa sürede ticari diplomasiyi iyi bilen ve kullanan uluslararası ticari kurumlar ve teşkilatlar, bu dönemin en önemli küresel iletişim paydaşları ve baş aktörleri hâline gelmişlerdir. Hâlen gerek ülkeler ya da bölgeler bazında gerekse sektörel bazda ticaret odaklı çalışan bu kurumlar, ülke-bölge ya da sektör menfaatlerini koruma yönünde vazgeçilmez bir etkiye ve role sahiptir. Bu etki öylesine büyümüştür ki siyasi diplomasinin, ticaretin hamiliğini yaptığı dönemlerden kalan teamüller tersine dönmüştür. Ülkelerin makroekonomik ve siyasi çıkarlarının savunulması ve hamiliği ise ticari diplomasinin misyonu gibi algılanmaya başlamıştır. Ülkeler arası yaşanan siyasi hatta askerî krizlerde, sorun yaratan ülke şirketlerinin mal ve hizmetlerinin satın alınmayarak boykot edilmesi, hâlen en önemli yaptırımların başında gelmektedir. Önceki yüzyılda savaşlarla birlikte artan mültecilik, göçler ve gelir eşitsizliği gibi toplumsal sorun ve olaylar, en az siyasi zemin kadar ticari faaliyetleri de etkilemeye başlamıştır. Siyaset, ticaret ve sosyal sorumluluk kavramları; hiç olmadığı kadar bütünleşik kavramlar hâline gelmiştir. Söz konusu bu gerçeklik; ülkelerin ve ülkeler arası ticari kurum-kuruluşların ya da sektörel grupların stratejik risk yönetimi ve gelecek öngörüsüne dayalı planlama yapma konusundaki bakış açılarını ve çalışma alışkanlıklarını da dinamik tutmaktadır. Özellikle ülkeler arası siyasi ve sosyal konulardaki sorunların doğrudan ülkelerin ticaretlerine yansımasıyla farklı riskleri ve pazarları hedefleyen küresel ticaret stratejilerinin kullanımı, tüm zamanların en üst seviyesine çıkmıştır. Ülkelerin ve şirketlerin küresel ölçekteki daimî etkileşimi ve zorunlu rekabeti, kendi içinde ilginç bir döngü kurmuştur. Maliyet, üretim, kâr ve satış gibi genel ekonomik kavramların yanında “etkin insan kaynakları yönetimi”, “kalite odaklılık”, “müşteri hakları ve memnuniyeti” ve “tahkim mevzuatı” gibi birçok konuda özel farkındalık oluşmuştur. Bu farkındalık; sadece şirketlerin kendi aralarındaki rekabette değil, şirket içindeki birimlerde ve süreç yönetimleri yaklaşımlarında da kendini göstermiştir. Küresel ticaret ve tabii ki “küresel rekabet”; sadece stratejik plan bazlı değil, aynı zamanda kaliteli bir yönetimin ayrılmaz parçaları olan birçok farklı konuda birbiriyle uyumlu modern yaklaşımları da gerekli kılmıştır. Mevzubahis yaklaşımları ise şu şekilde sıralayabiliriz: İnovatif perspektif ve uzun vadeli vizyon, risk – fırsat odaklı ortam ve mevzuat analizi, kaliteli kurumsal yönetişim ve iletişim, dijital odaklı üretim ve satış metotları, toplam kalite performans ve verimlilik odaklı süreç yönetimi… Tüm bunların ülke ve sektör dâhilinde birbiriyle uyumlu, senkronize, doğru bir plan ve üslupla kullanımı da zaten bütünsel ölçekte ticari diplomasiyi oluşturmaktadır. Sanırım herkesin kabul edeceği en önemli tespit; küreselleşen dünya denkleminin sağlam, güçlü, bağımsız, yüksek ve eşit refah seviyesi, sosyal devlet, millî kaynak kullanımı ve inovasyonu yüksek ihracat gibi kavramların tüm zamanlardan daha fazla önem arz ettiğini göstermesidir. Aynı zamanda kaliteli ticari diplomasinin öneminin, gitgide ve vazgeçilmez oranda arttığı ve artmaya da devam edeceği gerçeğidir. Kanaatimizce zaten önemli olan da artık “Siyasi diplomasi mi ticari diplomasi mi?” sorusu değil, hangisinin küresel ölçekte mevcut durum ve sorunlara daha hızlı, kalıcı, akılcı ve her iki ya da çoklu tarafın da kazanmasını sağlayacak şekilde, başarılı çözümler üretebileceğidir. Aklı, stratejisi, diplomasisi kuvvetli neferlerimizin yollarının açık olması dileğiyle…

 

Pınar Tenteoğlu/ T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Tanıtma Genel Müdür Yardımcısı