Biz, “her şerde bir hayır vardır” inancıyla büyütüldük. Dünyanın korkulu rüyası olan yeni tip koronavirüse de doğal olarak buradan bakıyoruz

Biz, “her şerde bir hayır vardır” inancıyla büyütüldük. Dünyanın korkulu rüyası olan yeni tip koronavirüse de doğal olarak buradan bakıyor, bu “şer” içinde de bir “hayır” olacağına inanıyoruz. Sözünü ettiğim “hayır”lar ortaya çıkmaya başladı bile… İnsanlar arasındaki görünmez bağlar görünür hâle geldi, birlik bilinci yeniden hatırlandı. Birimizin üzüntüsünün hepimizi üzdüğü, dayanışmanın/paylaşmanın insanlığın gerekliliği olduğu, komşuluk ilişkilerinin değeri ve aile içi iletişimin önemi yeniden anlaşıldı. Küresel ekonomik sistemin sürdürülebilir olmak adına bizleri korku-kaygı odağında yaşamaya mecbur ettiği, tüketim kültürüyle bağımlılıklarımızı artırdığı, iletişimimizi sınırlayarak bizleri kendimize ve yaşadığımız topluma yabancılaştırdığı ortaya çıktı.

Hayatımıza son yıllarda giren hız da bunun sonucu değil mi? Koronavirüs adlı bu “şer” sayesinde hızımızı kesmeyi ve yeniden durmayı hatırlamadık mı? Yavaşlamanın ve izlemenin önemini bir kez daha anlamadık mı? Neyin yalan neyin gerçek olduğunu yeniden sorgulamaya başlamadık mı? Hızlı koşarak daha çok yol alamayacağımızı, zamanla yarışarak zamanı yenemeyeceğimizi görmedik mi? Hızlandıkça endişe ve kaygılarımızın arttığını, kendimizden uzaklaştıkça içinde bulunduğumuz zamanın ve gerçekliğin de uzağında kaldığımızı fark etmedik mi?

Şu anekdot her şeyi anlatıyor aslında. Kızılderilileri trene bindirmişler. 10 dakika sonra şef “Durun!” demiş ve treni durdurmuşlar. Şef inmiş, az ötedeki bir kayanın üzerine oturmuş ve gözlerini kapatmış. 20 dakika boyunca hiç kıpırdamadan öylece kalmış. Ne oldu, neden o kadar kaldın orada? Demişler. Bekledim demiş. Neyi bekledin? Diye sorduklarında ise şöyle cevap vermiş, “Ruhumun bedenimi yakalamasını…”

İnsanların hayattaki çıkışları en çok kaçırdığı anlar, en hızlı koştukları ve bu nedenle de etrafında olup bitenlere karşı körleştikleri zamanlardır. Yürekler körleştikçe umut azalır. Ardından insan, başta kendisi olmak üzere hiç kimseyle “doğru iletişim” kuramaz. Böyle zamanlarda, umudun gücünün öneminden sıkça bahseden büyük üstat Mehmet Âkif Ersoy’u, 1913’te yazdığı şu dizeleriyle hatırlamakta yarar görüyorum:

Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak…

Alçak bir ölüm varsa, emînim budur ancak.

İstiklal Marşı’na “Korkma” diye başlayan Âkif’in, umuttan bahsettiği bu şiire “âti” ile başlaması tesadüf değildir. Çünkü şairin etrafı, geleceğin karanlık olduğuna inananlarla doludur. Umutsuzluğun, maddi ve manevi yok oluşu getireceğini bilen şairin, umutsuzluktan doğan karamsarlık anlamına gelen yeis (ye’s) sözcüğünü küfürle/şirkle bir tutmasının nedeni de budur.

Şimdi, Âkif’in çağrısına yeniden kulak verme, umudu daim kılma ve gerekli tüm tedbirleri alarak hayata inançla devam etme zamanı. Tabii bu sürecin bize öğrettiklerini unutmadan… Yani “şer” içindeki “hayır”ları görmeyi başararak ve tüm insanlığın bir bütün olduğunun, teklik ve çokluk arasındaki muhteşem bağın farkında olarak…

İletişim ve Yönetim Uzmanı Dr. Şaban Kızıldağ