Koronavirüs krizinde güven kaybı sadece finansal piyasalarda değil, hayatımızın her alanında

Yeniden başladık… Dünya artık eskisi gibi olmayacak. Küresel düzen, gündelik hayatımız ve diğer her şey çok değişecek. “11 Eylül 2001” sonrasında da “2008 finansal kriz” sonrasında da aynı cümleleri duymamış mıydık? Süreklilik ve değişim, her zaman hayatımızın bir parçasıydı. Ama son zamanlarda dünya tarihindeki değişim, sanki daha sürekli oldu. Fütürologları, her zamankinden çok dinler hâle geldik. Zira kökünü tarihten alan Yuval Harari gibi fütürologların kitapları, en çok satanlar arasında kalmaya devam ediyor. De- meçleri de milyonlarca izleyici tarafından seyrediliyor. Değişmeyen tek şeyin değişim olduğu kesin. Fakat son zamanlarda herkes bu değişimi gündelik hayatında, belki de evlerinde kalarak hissediyor. Her değişim ise kendi içinde belirsizlikler barındırıyor. Ancak son koronavirüs salgını bizlere, çok daha fazla bilinmezin bilinmezliklerini sunuyor.

KORONAVIRÜS HER ALANDA GÜVEN KAYBI YARATIYOR

Koronavirüs salgını, tıpkı 2008’de yaşanan küresel kriz gibi dünya ekonomisi için bilinmezliğini koruyor. Bunlar bir anda çoğu insanın tahmin edemediği, yani beklentilerinde hesaplarına koyamadığı krizler. Fakat koronavirüs, 2008 küresel finans krizine nazaran daha büyük bilinmezliklerin ve belirsizliklerin kapısını aralıyor. 2008 krizi, temelde nansal olduğundan nansal piyasalarda güven tesis edildiğinde dünya ekonomisi hızla toparlayabildi. Koronavirüs krizinde ise güven kaybı sadece nansal piyasalarda değil hayatımızın her alanında. Şu sıralar devletler birbirine güvenmiyor. Havaalanları başka ülkelerden gelen yolculara kapatılıyor, gelen yolcular uzun bir süre karantinaya alınıyor ve takip ediliyor. Küresel dayanışma ve güven, yerini ülkelerin problemlerini kendi başlarına çözmeye çalıştığı tepkilere bırakıyor. Hükûmetler maske ihracatına izin vermiyor, kimi zaman da özel sektörün ürettiği maskelere el koyma gibi refleks çözümler buluyor. Belki de üreticinin karşısına çıkan bu güven sorunu, daha az üretim yapılmasına sebep oluyor. Ancak şimdilerde bunun analizi, kimsenin aklına gelmiyor.

Bahsi geçen güven probleminden en fazla etkilenecek ülke, orta ve uzun vadede Çin gibi gözüküyor. Arz zincirinde Çin’in üretimi, birçok ülke için elbette çok önemli bir yer tutuyor. Koronavirüs krizi ilk başladığında birçok üretici/tüketici rma, Çin’den direkt veya dolaylı yoldan aldığı ürünler sebebiyle krizi bir arz zinciri problemi olarak yaşadı. Ardından bu işletmeler, arz kaynaklarının çeşitlendirilme ihtiyacını daha fazla düşünür hâle geldi. Fakat arz yönlü başlayan kriz, zaman içinde koronavirüsün tüm dünyaya yayılması ile küresel talep krizine dönüştü. Bazı tüketiciler Çin menşeli ürünleri tüketmek istemezken, büyük mağaza zincirleri de tüm ürünlerini zamanla Çin menşeli olmaktan çıkarmaya çalıştı/çalışıyor.

Son yıllarda Trump Hükûmeti’nin pompaladığı men Çin algısı, şimdilerde ABD’deki Çin ürünlerine dair düşünceyi daha da negatif yönde etkiliyor. Koronavirüs krizi bittiğinde dahi Çin’in süreçten sorumlu tutulacağına dair sinyaller alıyoruz. Teksas’ta bir kişi, Çin Hükûmeti’nin koronavirüs salgınını gizleyerek dünyaya yayılmasına sebep olduğuna dair bir dava açabiliyor. Koronavirüs krizi belli bir süre sonra etkisini yitirse de suçlu ve hak arayışları, Çin’in lehine olmayacak gibi görünüyor.

GELECEĞE YÖNELİK PLANLAR YAPMAK GEREKİYOR

Hâl böyle iken dünya ekonomisi ile küresel yönetişim nereye gider diye planlar yapmak, ilgili kirleri okumak, dinlemek ve konferanslara katılmak elbette çok mühim.

Fakat pratik çözümler üzerinde düşünmek ve orta vadeli planlar yapmanın özelikle şirketlerimiz için daha faydalı olacağı kanaatindeyim. Elbette bu küresel kriz, şirketlerimiz için ilk etapta olumsuz tesirlerini gösterecek. Tüm dünya ekonomisinde küçülme tahminlerinin yapıldığı bir ortamda, Türkiye’nin bu süreçten olumsuz etkilenmemesini beklemek doğru olmaz. Fakat orta vadede bu olumsuzluklar fırsata çevrilebilir. Öncelikle bu kriz, yerli sanayicilerimizin el altında bulunmasının önemini gösterdi. Şimdilerde birçok yerli şirketimiz, solunum cihazı üretmek için seferber oldu. Uluslararası iş bölümünde sadece hizmet sektörüne dayanan ekonomilerin, bu süreçte çok daha fazla problem yaşadığını görüyoruz. Türkiye ise sanayi kapasitesiyle bu manada olumlu ayrışan ülkelerden biri oldu.

Ülke ekonomisinin zenginleşmesi ile beraber Türkiye’de de hizmetlerin millî gelirden aldığı pay arttı. Fakat yine de Türkiye, güçlü bir üretim üssü olmaya devam ediyor. Çin’e karşı oluşan arz ve talep yönlü olumsuzluklar neticesinde üretimin hangi ülkelere kayabileceğini düşündüğümüzde, G20 ülkeleri arasında olan Türkiye ilk akla gelenlerden biri. Esnek üretim kapasitesi ve büyük piyasalara yakınlığı ile Türkiye, çevre ülkelerin üretim üssü olmaya her zamankinden daha fazla aday bir konumda bulunuyor. Ucuz ve insan sermayesi yüksek iş gücü, Türkiye’yi daha küçük ölçekteki üretimler için en cazip ülkelerden birisi hâline getiriyor. Çin’in büyük ölçekli üretimi yerine; daha küçük ölçekli, kaliteli ve güvenilir üretim/dağıtım yapan kanallar bu dönemde öne çıkacak. Bahsi geçen alanda üstünlüğü olan Türkiye’den başka kaç tane ülke aklınıza geliyor? Türkiye’nin ürünleri dünya tüketicisi nezdinde de iyi bir konuma sahip. Tüm dünya artık Türkiye’de üretilen ürünlerin kalitesini yakından tanıyor. Bu dönemde Avrupa ve Afrika pazarlarına Amerika pazarını da ekleyebilmenin, ihracatçılarımız için çok mühim bir kazanım olacağını düşünüyorum.

TÜRKİYE’NİN KÂRLI ÇIKMASI İÇİN ÖZEL ÇÖZÜMLERE GİDİLMELİ

Çin ve Uzak Doğu’dan kaynaklanan ticaret sapması sebebiyle rmalarımızın bu süreçten otomatik olarak kârlı çıkacağını da beklememek gerekir. Türkiye’deki birçok üretici rma, zaten 2010’lu yıllarda yeterince borçlandı ve uzun dönemli finansmana ulaşmada hâlâ zorluk çekiyor. Yeni pazarlara açılıp üretimi ve ihracatımızı arttırmayı kendi seyrinde bırakırsak, bu krizin ürettiği fırsatlar penceresinden yeterince yararlanamayabiliriz. Gelişmekte olan Türkiye’de hükûmet harcamaları ile özel sektörü nansal olarak destekleme alanları sınırlı gözüküyor. Bu sebeple özel çözümlere gitmekte fayda var. Özel sektör çözümü deyince aklımıza hemen üretimi kendi başımıza arttırıp, ihracat yapmak gelmemeli. Bu dönemde üretimde ve ticarette uluslararası iş birliklerini artırmayı da özel çözümlerimiz arasında düşünmeliyiz.

Hiç şüpheniz olmasın. Biz şimdi Türkiye’de dünya ekonomisinin gidişatına dair planlar yapıyor; avantajlarımız ve dezavantajlarımız neler diye düşünüyorsak, bu planları dünyanın her yerinde birçok rma belki de bizden daha iyi imkânlarla yapıyor. Onlar da Türkiye’de üretim yapmanın avantajlarını ve dezavantajlarını tahlil etmeye çalışıyor. Bizler ise bu dönemde sadece ihracatımızı nasıl arttırırız planları yapmak yerine, sermaye kısıtı ortamında rmalarımıza stratejik ortaklar alabilir miyiz? Sorusunu da düşünmeliyiz. Örneğin Çin rmaları bu dönemde ticaret savaşları neticesinde Amerika başta olmak üzere bazı piyasalara girmekte zorlanmaya başlamışken, koronavirüs krizi sonrasında üretimlerinin bir kısmını Türkiye gibi bir ülkeye kaydırıp Çinli bir rma olarak görünmektense Türkiye’de üretim yapan bir rma olmayı tercih edebilir. Nitekim Çinli rmaların 2008 küresel krizi sonrasında Kuzey İtalya’da imalat yapan çok sayıda şirket aldıklarını biliyoruz. Buralara Çin’den işçi getirmeleri dahi şu an İtalya’da virüsün hızla yayılma sebepleri arasında sıralanıyor. Türkiye bu yeni dönemde sadece Çinli rmalar için değil, Çin’de fason üretim yaptıran birçok uluslararası rma için de önemli bir üretim üssü olabilir.

Ticaret ve üretime, kazan kazan stratejisiyle bakmakta fayda var. Çin’in bozulan algısının sebepleri arasında, kazan kazan anlayışı yerine hep kendi ekonomik çıkarlarını öncelemesi de bulunuyor. Ülkenin bu alışkanlığını hemen değiştirmesi ise çok kolay gözükmüyor. Oysa Türkiye’deki rmalar, bu konuda çalışması daha rahat şirketler. Küçük bir pastanın hepsinin bizim olmasındansa büyük bir pastadan daha büyük pay almak daha iyi olmaz mı?

Türkiye; sermaye ihtiyacı olan ama esnek, başarılı üretim ve iş gücüyle bu pastayı büyütebilecek sağlam bir ortak olarak dünyada ön plana çıkıyor. Bunu firmalarımız, kısmen de olsa- şu ana kadar yapageldi. Günümüzde Anadolu’daki birçok rma, Avrupa’daki ortaklarıyla üretim yapıp Avrupa’ya ve üçüncü ülkelere ihracat gerçekleştiriyor. Bu sebeple sadece yerli üretim ve ihracatımıza odaklanmak yerine, küresel üretim ve satış ağlarımızı da uluslararası ortaklıklar kanalıyla nasıl artırabiliriz? Sorusunu sormamız gerekiyor. Üçüncü ülkelere sadece ihracat yapmayı değil, küresel eğilim olarak yerel üretimin ve üretim çeşitlendirmesinin artacağını düşünerek nansal gücü kuvvetli uluslararası ortaklarımızla diğer ülkelerde yatırım yapmayı düşünmemiz gereken bir döneme giriyoruz. Bu günlerde yaşadığımız olumsuzların dışına çıkabilen ama evinde kalan ve fırsatları görebilen girişimciler olabilmeniz dileğiyle, sağlık ve esenlikler dilerim.

Akademisyen Prof. Dr. Ahmet Faruk Aysan