Röportaj: Merve Ay

Ünlü Besteci ve Piyanist Tuluyhan Uğurlu, müzik kariyerine dair sorularımızı Business Diplomacy okurları için yanıtladı

Müzik; ait olduğu dil ve bölgenin sınırlarını aşıp tüm insanların ruhuna dokunmasıyla ve bestecisinin duygularını yansıttığı kadar dinleyicilerinin de kalbine temas etmesiyle güzel sanatlar arasında ayrı bir yere sahip. Müziği yaşam felsefesi olarak gören, başarılı besteleri ve özgün duruşuyla Türk müziğinde birçok ilke imza atmış olan değerli sanatçı Tuluyhan Uğurlu ile kariyerini ve müziğin evrenselliğini konuştuk.

Annenizin müzisyen, babanızın da şair olduğunu göz önünde bulunduracak olursak sanat dolu bir evde büyüdüğünüzü söyleyebiliriz. Bu durumun hem kişiliğinize hem de sanat hayatınıza nasıl yansıdığını düşünüyorsunuz?

Çocukluğumun geçtiği evde annem piyano çalardı, babam da her türde müziği saygıyla dinlerdi. Babamın şair ve aynı zamanda kelime üreticisi olması nedeniyle Türkiye’ye ve dünyaya mâl olmuş çok değerli sanatçılar evimize gelir giderdi. Ben çocukluğum boyunca onların sohbetlerine şahit oldum. Kabiliyetli olmama rağmen sanatla ilgilenmeyen bir ailede de yetişebilirdim. Ancak ben piyanoya olan ilgim ve kabiliyetimin yanı sıra müzikten anlayan bir çevrede büyüdüm ve bu bana önemli avantaj sağladı. Sanatçı anne ve babaya sahip biri olarak benim sorumluluğum daha da artıyor tabii. Malum böyle zengin bir ortamda yetişmeye de layık olmanız gerekir. Tam da buradaki önemli husus sizin kendinizle olan rekabetiniz. Bu mücadeleyi bırakmadığınız sürece önce aileniz, ardından çevreniz sonrasında da toplum ve tüm dünya sizinle iftihar etmeye başlar. Bu bir döngü ve bütündür.

Profesyonel hayata adım atmanızın ardından belli bir süre hem klasik müzik eserleri hem de kendi bestelerinizi icra edip sonrasında tamamen besteciliğe yönelmişsiniz. Bu süreci sizden dinleyebilir miyiz?

Piyano çalıyorsanız mutlaka eğitimini de almanız; Beethoven, Chopin ve Mozart’tan haberdar olmanız şarttır. Çünkü her biri bir okul aslında. Bu okullara gitmenin yolu da konservatuvar eğitiminden geçiyor. Fakat bir süre sonra bu da yetersiz kalıyor. Şöyle açıklayayım: Mozart’ın bir eserini ondan daha iyi çalabilen kimse yoktur. Mozart’ın bir eserini yorumlarken hiçbir zaman birinci olamazsınız, en iyi ihtimalle ikinci olursunuz. Beethoven’dan örnek verecek olursak onun, bir eserini yazarken içinde bulunduğu ruh hâlini ya da nelerden etkilendiğini kimse hissedemez. Dolayısıyla en iyi icra edeceğiniz eser, kendi eseriniz olacaktır. Yeri gelmişken söylemek isterim, ben kendi eserlerimde Anadolu’yu temel alıyorum. Bildiğim bir işi yapıyorum; ancak bunu evrensel hâle getirerek sunuyorum. 90 dakika boyunca sahnede performans sergileyecek noktaya geldiğiniz andan itibaren özgünlüğe yönelebilirsiniz. Beethoven, Mozart ya da Bach çalmak sizin tekniğinizi geliştirir ve bu kendi eserlerinizi yazarken de size kolaylık sağlar. Piyano ile her eseri çalmaya başladığınız andan itibaren özgür olursunuz. İşin en sevdiğim kısmı, sıfırdan bir eser üretmektir. Ayrıca tarihten bugüne göndermeler yapmayı çok seviyorum. Geçmişten bugüne köprüler kurmaktan, dersler çıkarmaktan ve bu çıktıları hem görsel hem de müzikal anlamda seyirciye sunmaktan keyif alıyorum.

Mevcut bir eser seslendirmek ile ortaya yeni bir eser çıkarmayı farklı kabiliyetler olarak mı değerlendiriyorsunuz yoksa her iki özelliği bir bütün olarak mı görmek lazım?

Bir sanatçı, bahsettiğiniz iki yeteneğe sahip olmak ya da bu kabiliyetlerini bir arada kullanmak zorunda değil. Mesela Beethoven, hiç böyle bir zorunluluk hissetmedi ve hep kendi eserlerini çaldı. 20. yüzyıl itibarıyla Batı müziği piyasası oluştu. Tamam, Batı müziği çok önemli tabii; ama tek başına yeterli değil. Neticede klasik müzikte eseri farklı bir biçimde yorumlamış olmuyorsunuz. Çünkü eseri, o dönemin kurallarını dikkate alarak yorumlamanız gerekiyor. Akademi, size sınırlar çizer ve ancak orada hareket edebilirsiniz. Bir Beethoven’ı ya da Mozart’ı kendi özgür iradenizle yorumlayamazsınız. Sanatçının kurallarına riayet etmeniz gerekir. Eserde birtakım boşluklar olabilir, o zaman yorum katabilirsiniz; ama bunlar da sınırlıdır.Medeni olmak istiyorsak Mozart’ı ve Chopin’i bilip diğer yandan da kendi yolumuzu çizmeye gayret etmeliyiz. Mevlana’nın da dediği gibi: “Dün dünde kaldı cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım.”

Senfoni Türk’te; mehter takımı, Türk müziği enstrümanları ve piyanoyu bir arada kullanarak Türk Klasik Müziği’nde bir ilke imza attınız. Aynı zamanda konserlerinizi tarihî mekânlarda yapmaya başladınız ve bu da bir ilk. Bu noktaya nasıl geldiniz?

Ben dinleyici sıkmamak gerektiğini düşünüyorum. Konser salonunda adabımuaşeret kaideleri var. Öksürmek bile yasak ya da selam vermeyi abartmaman gerekir. 21. yüzyıldayız, böyle kısıtlamalar olmamalı. Sanatçı isterse selamı abartabilmeli ya da dinleyici yanındakiyle konser esnasında hislerini paylaşabilmeli. Mesela ben çok uzun selam veririm sahnede ve bunu, bu işi gönülden isteyen gençlere de tavsiye ederim. Onlara diyorum ki “Yönlere selam verin, yönlere selam verirken sakinleşirsiniz.” Selam, güzeldir; barış demektir, İslam demektir. Selamı arttırdıkça agresiflik mutlaka azalacaktır. Bu nedenlerle ben konserlerimi konser salonlarının dışına taşımak istedim. Bu bağlamda Nemrut Dağı’nda, Akdamar Kilisesi’nde, Hitit Hattuşa’da ya da San Marco Meydanı’nda konser vermek benim için ilkti. 1990’lı yıllarda Avrupa’da verdiğim konserlerde uzay görüntüleri kullanmıştım, bu da benim için bir ilkti. Konser esnasında görüntüler de akıyordu. Uzay sonsuzluktur. Bizlerin sonsuzluğu da gönüllerimizde ve o gönüllere giden yolun en güzel rehberi de müzik. Çünkü müzik zamanı ve mekânı değiştirir. Örneğin; bulunduğunuz bir kafede ney çalar, orası sizin için başka bir hâl alır; tekno bir müzik çalar, bambaşka bir atmosfer oluşur. Müzik, insanın gönül aynasını parlatma konusunda en büyük rehberdir.

Müzik evrensel olduğu kadar icra edildiği yörenin de ruhunu taşıyor. Örneğin; Anadolu’nun her köşesi birbirinden farklı ezgilere ve enstrümanlara sahip. Doğduğu toprakların kültürüyle büyüyen bir sanatçının evrensele uzanışını siz nasıl yorumluyorsunuz?

İnsan kendi çağının müziğini yapmalı. Bu nedenle klasik müzik bir yere kadar olmalı. Artık tarihle vedalaşmak gerekiyor. Hem kendi müziğinizi yapmalı hem de modern imgeleri sanatınıza yansıtmalısınız. İşte o zaman yöreselden evrensele doğru bir köprü kurabilirsiniz. Piyanonun yanında kaval, ney, tambur, arkada senfoni orkestrası… Batı ve Doğu bir arada… İşte o zaman gençleri de yakalıyorsunuz. Ayrıca şunu belirtmek isterim ki taş yerinde ağırdır. Örneğin; “Neşet Ertaş evrensel mi yoksa yöresel mi?” diye soracak olursak ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor: Hem yöresel hem evrensel. Onu dünyanın dört bir yanındaki insanlar tanımıyor belki ama Neşet Ertaş’ın verdiği mesajlar evrensel.

Onuncu Yıl Marşı ve Lüküs Hayat Opereti’nin bestecisi olarak tanınan Cemal Reşit Rey’in öğrencisi oldunuz. Kendisinin size verdiği tavsiyeler oldu mu? Peki, siz kendinizden sonraki nesle neler söylemek istersiniz?

Kişinin hem müzik ruhuna sahip olması hem bilinçli bir çevrede yetişmesi hem de eğitim alması elzem. Rahmetli hocam Cemal Reşit Rey derdi ki “Müzik bir piramittir ve tepede bir kişilik yer vardır.” İşte o bir kişilik yere ulaşmak ve orayı hak etmek çok önemli. Benim gençlere verebileceğim en önemli tavsiyem: Oraya ulaşmak için kendiniz gibi olun.

Cemal Reşit Rey, modern bestecilerimiz arasında halka en yakın olan kişilerdendi. Bana hep derdi ki “Dört duvar, Allah, sen ve piyano”. İşinize bu şekilde odaklandığınızda heyecanınız azalıp konsantrasyonunuz artıyor. O esnada orada milyonlarca insan da olsa sen kendin olmayı başarabilmelisin. Bir de şöyle bir durum var: Müzisyenlik bir meslek değil, hayat tarzı ve yaşam felsefesidir. Bu açıdan baktığınızda yorgunluk hissetmezsiniz. Eğer müziğe meslek olarak bakarsanız, onu sadece geçim kaynağı olarak görürseniz işte o zaman müzik sizin için yorucu bir hâle gelebilir.

Besteci ve Piyanist Tuluyhan Uğurlu