Son 50 yıldaki hızlı ekonomik ve sosyal dönüşümler, iş insanları ve toplum arasındaki ilişkilerin form değiştirmesine neden oldu

19. yüzyılın ikinci yarısında kapitalizm ve doğal olarak burjuva sınıfı, birçokları için sömürünün ve eşitsizliklerin sebebi olarak görülüyordu. Hatta Marks ve Engels, Komünist Manifesto’da bütün ülkelerin işçi sınıflarının birleşerek zincirlerini kırmalarını dahi öğütlüyordu. Onlara göre iktisadi sorunlar, o güne kadar egemen olan sosyalist düşüncelerin ileri sürdüğünün aksine, basit reformlarla çözülemezdi ve eşitlik için işçi devrimi tek çözümdü.

20. yüzyılda ise devlet, 1. ve 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkımı, sosyal ve ekonomik alanlarda daha aktif görev alarak çözebildi. Bu süreç zarfında sosyal devletin kurumsallaşması, burjuva ve işçi sınıfı arasındaki çatışmanın da yumuşamasını sağladı. Diğer taraftan ekonomik ve teknolojik gelişmeler, ikili bir sınıf yapısının toplumu açıklamada yeterli olmadığını gösterdi. Wright ve Dahrendorf gibi düşünürler Marks’ın iddiasının aksine, sınıfın çok daha girift olduğunu vurgulayarak toplumsal değişim literatürüne burjuva-işçi sınıfı dikotomisinin ötesinde yeni açılımlar getirdi. Bu yeni yaklaşımlar, işçi ve burjuva sınıflarına dair daha detaylı analizlerin yapılmasını sağladı.

Her ne kadar sosyologlar toplumsal gerçekliği açıklamayı ve hatta bir kısmı yönlendirmeyi hedefleseler de toplumsal değişimi etkileyen önemli gruplardan biri de iş insanlarıdır. 20. yüzyılın başında Taylor’ın bilimsel yönetim ilkelerini otomobil fabrikasında uyarlayan Henry Ford, seri üretime dayalı yürüyen bant sistemini kurdu. Bu sayede üretim hızla artarken maaliyetler ise düştü. Artan etkin üretim, işçi ücretlerine olumlu yansıdı. Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bu üretim tarzının yaygınlaştığı döneme, Henry Ford’a atıfla “Fordist Dönem” denir.

Kitlesel üretimin kitlesel tüketimle ilişkilendirildiği bu dönemde sosyal refah hızla arttı. Fordist dönem aynı zamanda “refah devletinin altın çağı” olarak da bilinen döneme denk gelir. Burvuja, işçi sendikaları ve devlet arasında bir nevi toplumsal konsensüsün olduğu bu yıllarda devlet, ulusal sermayeyi gümrük duvarlarıyla korurken burjuva da işçilere daha bonkör sosyal ve ekonomik imkânlar sağladı. Bu toplumsal konsensüs 1970’lerde petrol krizinin ekonomik krize dönüşmesiyle darbe aldı. 1980’lerdeki neo-liberal politikalar sonucunda ise iyice zayıfladı. 1990’larda artan küresel rekabet, reel ücretlerin gerilemesine, üretimin de emeğin daha ucuz olduğu Çin ve Hindistan gibi gelişmekte olan ülkelere kaymasına neden oldu. 2010’larda ise teknolojik gelişmelerin etkileri iş piyasasında daha net görülmeye başlandı. Rifkin, teknolojik gelişmelerin üretimi artırdığını ancak bunun istihdama katkı sağlamadığını iddia edi- yordu. Endüstri 4.0 olarak da adlandırılan bu aşamada insan emeğinden neredeyse bağımsız, kendi kendilerini koordine ve optimize eden akıllı üretim süreçleri ortaya çıkmaya başladı. Onlarca işçinin yaptığı üretimin tek bir robot sayesinde daha çabuk ve daha ucuza yapıla- bilmesi işçi ihtiyacını azalttı. Bunun kaçınılmaz sonucu ise sınıflar arası eşitsizliklerin giderek artması oldu. Son yıllarda hızla artan uluslararası göç dalgaları ise vatandaşların daha düşük ücretle çalışabilecek legal veya illegal göçmenlerle rekabet etmesine sebebiyet verdi.

Son elli yıldaki bu hızlı ekonomik ve sosyal dönüşümler, iş insanları ve toplum arasındaki ilişkilerin de form değiştirmesine neden oldu. Sosyoloji literatürü incelendiğinde özellikle belli yaklaşımlar, iş insanları ve toplum arasında düşmanca bir ilişki olduğunu, iş insanlarının toplumu ve doğal kaynakları sömürdüğünü iddia ederler. Aslında bu tam olarak doğru olmamakla birlikte bunun tersini kanıtlayan birçok örnek de vardır. İş insanı kârını arttırırken içinde yaşadığı toplumun ihtiyaçlarını da gözetmek zorundadır. Bu, iş insanın topluma karşı ahlaki bir zorunluluğu olduğu kadar servetini meşrulaştırması ve toplumsal kabul görmesi için de önemlidir. Birçok iş insanı, vakıf ve dernekler yoluyla yoksulluk ve eşitsizlik gibi farklı toplumsal sorunlara çözüm getirmeye çalışır. Bu özel desteklerin boyutları birçok devletin sosyal yardım bütçelerini bile geçmektedir. Örneğin, Bill ve Melinda Gates Vakfının 2017 yılındaki sosyal projelere direkt desteği 4.7 milyar dolardır.

Günümüz toplumlarında artan ekonomik dal- galanmalar, teknolojik gelişmelerin istihdam yapısına etkisi, göç hareketleri ve toplumsal çatışmalar; refahı ve toplumsal barışı etkileyen başat gelişmeleri oluşturuyor. Bu risklere sadece devletin karşı koyması ise mümkün gözükmüyor. Önümüzdeki süreç, iş dünyasının diğer paydaşlarla birlikte toplumsal konulara dair karar alımında daha aktif olmasını gerektiriyor. Bunun karşılığında refah paylaşımında iş dünyasına da önemli görevler düşüyor. Toplumsal konsensüsün tekrar temin edilmesiyle birlikte risk gibi görünen birçok değişimin, ekonomik gelişim ve toplumsal refahın artmasına olumlu katkı sağlayacağını söyleyebiliriz.

Akademisyen Assoc. Prof. Dr. Mehmet Fatih Aysan