11’inci Kalkınma Planı’nda, uluslararası ortaklıklar açısından ne gibi konular dikkat çekiyor?

Önümüzdeki beş yılda Türkiye’nin ekonomik gelişimine yön verecek olan 11’inci Kalkınma Planı, yakın zamanda meclis gündeminden geçti. Türkiye, ilki 1963-1967 yılları için hazırlanan kalkınma planının ardından beş yıllık periyotlarla yeni kalkınma planları üretmeye devam etti. Ancak 60’lardaki planlamacı yaklaşım, yerini 80’lerde piyasacı yaklaşıma bıraktığından beri beş yıllık kalkınma planları ilk yıllardaki önemini kaybetti. Yine de bu belgeler, ülkemizin kalkınma sürecinde nasıl bir yol alınmak istendiğine dair kaliteli politika metinleri ortaya koyuyor. Planların uygulanıp uygulanamamasından ziyade, yazıldığı döneme dair ipuçları vermesi bakımından önemli olduğunu düşünüyorum. Nitekim kalkınma planı metinlerinden yola çıkarak birçok iktisat, politika ve sosyoloji doktora tezleri yazıldığını gözlemlemek mümkün.

Beş yıllık kalkınma planlarının, iktisadi kalkınmanın daha bütüncül değerlendirilmesinde ve bürokratların yetişmesinde de önemli katkılarını olduğunu biliyoruz. Farklı devlet kurumlarının beş yıllık kalkınma planları vesilesiyle bir araya gelmeleri ve kendi aralarında ortak bir dil geliştirmeye çalışmaları da yine bu kalkınma planlarının katkıları arasında değerlendirilebilir.

Beş yıllık kalkınma planlarının etki ölçme ve değerlendirme çalışmaları daha ciddi bir şekilde yapılabilirse bu metinler, iktisadi kalkınmadaki değişimin ölçülmesinde önemli birer referans kaynağı olabilir.

Özelikle devletlerin ticaret ve finans politikaları ile ekonomideki etkilerinin arttığını gözlemlediğimiz bir dönemde, iktisadi kalkınma planları üzerine referans alınan metinlerin incelenmesi ve bu metinler üzerinden katılımcı tartışmaların gerçekleştirilmesi, daha kaliteli iktisadi politika önlemlerinin geliştirilmesi için bir araç olabilir.

Kalkınma planlarının ürettiği veya üretemediği dil üzerine daha birçok şey söylenebilir. Ama bu yazıda niyetim, 11’inci Kalkınma Planı’nı vesile kılıp Türkiye’ye yabancı sermaye çekme üzerine görüşlerimi dile getirmek. Gelişmekte olan birçok ülke gibi Türkiye de yatırım fırsatları bol ama sermayesi bu yatırımları yapmaya yetmeyen bir ülkedir. Bu sebeple çok uzun yıllar cari açık verip tasarruflarımızdan daha fazla yatırım yapabiliyoruz. Dış finansman yoluyla yaptığımız bu yatırımların çoğunu ise bankalar kanalıyla gerçekleştiriyoruz. Sermaye piyasalarımız gelişmekte olan birçok ülkede olduğu gibi yeteri kadar gelişmediği için yabancı yatırımcılar, bankacılık kanalını kullanarak kredi riskini bankalara transfer edip Türkiye’ye yatırım yapmayı tercih ediyor. Bu yapı, Türkiye ekonomisin görece iyi olduğu dönemlerde sorunsuz çalışıyor. Nitekim yüksek büyüme rakamlarını yakaladığımız dönemlerde Türkiye’deki firmalar bankalardan kredi almakta çekingen davranmıyor.

Bankalar, uzun vadeli kredileri daha kısa dönemli uluslararası sermaye girişleri ile finanse ediyor. Fakat iktisadi aktivitenin yavaşladığı dönemlerde döngü karşıtı olarak kredi maliyetleri artarken krediye ulaşım imkânları da azalıyor. İşte tam bu aşamada firmalarımız yatırımlarını banka kredisiyle değil de ortaklık kurarak finanse etmeyi tercih ediyor. Fakat işler nispeten iyi gitmezken ortaklık kurabilmek çok daha zor oluyor. Son yıllarda yaşadığımız ekonomik dalgalanmalar bu manada iyi zamanda kurulan ortaklıkların zor zamanlarda ne kadar faydalı olabileceğini
bize bir defa daha gösterdi. Bu sebeple Türkiye’nin hem yerli hem uluslararası ortaklık kültürünün geliştirilmesi üzerine daha çok kafa yormamız gerekiyor.

Bu ortaklıkların geliştirilmesi için Türkiye’deki girişimcilerin bu ihtiyacı hissetmesi elbette önemli, fakat yeterli değil. Aynı zamanda yabancı sermayedarları ülkemize getirecek çekici faktörlerin de makro ve kurumsal bağlamda sağlanması gerekiyor. Bu bağlamda 11’inci Kalkınma Planı önemli bir referans olabilir. 11’inci Kalkınma Planı’ndaki reformların gerçekleştirilmesi, yabancı sermayenin Türkiye’deki firmalarla daha çok ve kaliteli ortaklık kurmasının önünü açacaktır.

Bir diğer önemli konu da uluslararası şirket ortaklıklarını sadece büyük ve kurumsallaşmış şirketler için düşünmememiz gerektiğidir. Bu şirketlerin zor zamanlarda dahi yabancı yatırımcı bulabilmeleri nispeten kolaydır. Fakat Türkiye’deki birçok işletme, dünya ölçeğinde KOBİ kategorisinde kalmaktadır. Belki mikro ve küçük KOBİ’lerin değil ama orta ölçekteki KOBİ’lerin de yabancı sermaye çekebilmesi, Türkiye’nin daha hızlı ve sağlıklı büyümesi açısından önem arz etmektedir.

Türkiye’ye gelen sermayedarların özellikleri de orta büyüklükteki işletmeler tanımına uymaktadır. Bu işletmeler, Türkiye’ye gayrimenkul yatırımı yapmakta zorlanmasa da sanayi, tarım ve hizmet sektörü gibi alanlara girmekte zorlanmaktadır. Bunların aşılması için bizim orta ölçekli işletmelerimizin de uluslararası ve ortaklık kültürüne daha açık olmaları gerekmektedir. Türkiye’nin sermaye ihtiyacı devam ettiği sürece gelecek; uluslararası ortaklık kültürüne, kurumsallığa, iş birliklerine ve ortaklıklara yatırım yapan şirketlerin olacaktır.

Akademisyen/ Prof. Dr. Ahmet Faruk Aysan