Mimar Celaleddin Çelik, Türkiye şehirciliğini ve yaşanabilir kentler inşa etmenin önemini Business Diplomacy okurları için anlattı.

6 Şubat günü yaşadığımız  deprem felaketinden sonra doğru yapılaşmanın öneminin derinden hissettik. Bu bağlamda Türkiye’deki yapılaşmayı nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Türkiye coğrafyası, üzerinde binlerce yıldır şehir kurulan bir bilgi birikimine sahip. Bu topraklarda Göbeklitepe’den Hititlere, Urartu’dan Romalılara kadar çeşitli uygarlıklar birçok yerleşimler, şehirler kurdu. Bu büyük bilgi birikiminin birbiri üzerine eklenerek hem halk yapı sanatı ile hem de anıt eserler üzerinden tarih boyunca aktarıldığını söyleyebiliriz. Bu akışın son halkası olarak da Osmanlı şehirlerini sayabiliriz. Türkiye Cumhuriyeti, böyle bir tarihi birikimin üzerine kurulmuş bir devlet olarak ulusun ve medeniyetin inşasına girişti. Ancak son birkaç on yılda tanıştığımız endüstriyel inşaatın imkanları, plansız yapılaşmaya elveriyordu.

Mimarlık birikiminin, şehir kurma bilgisinin kenara itildiği bir inşaat furyasında, Türk şehirleri büyük bir savrulmaya uğradı. Şehirlerimizin gelişimindeki temel belirleyiciler mimarlık ve onunla ilişkili disiplinler değil, başka dinamikler üzerinde  kuruldu. Türk şehirlerinin tarihin içinden getirdiği denenmiş bilgiler, hassasiyetler, yaklaşımlar hiç var olmamışçasına kenara itildi. Geçmişten bugüne kalmış iyi örnekler ve tekil ölçekte iyi mimarlık örnekleri bulmak mümkün.

Ancak çağdaş dönemde oluşturulmuş yerleşimlerimizin mimari nitelik açısından tatmin edici olduğunu söylemek imkansız. Plansız, mimarlık olmadan, teknik açıdan sorunlu birçok yapılaşmayı ortaya koyduk maalesef.

Depremde zarar gören bölgelerde yeniden yaşam alanları kurulurken hangi adımlara dikkat edilmelidir? 

6 Şubat depremleri çok büyük bir yıkım, inanılmaz bir afet. Ancak bizim için ilk uyarıcı değil, yer sarsıntıları bu coğrafyada tarih boyunca ola geldi. Bizim neslin deprem gerçeğiyle en sert karşılaşması 1999 Marmara depreminde olmuştu. O tarihten beri de büyük İstanbul depremini bekleme durumundayız aslında. Bu kadar büyük bir yıkım sonrası yeniden inşa faaliyetleri ile birlikte, geçmişe dönük bir tarama da yapılmalı. Depremden ağır etkilenen bölgelerdeki son bir asırdaki yapılaşma faaliyetlerinin incelenmesi gerekiyor. Yapılaşma olmayan bölgelere ne zaman yapılar inşa edilmeye başlanmış? Kat yükseklikleri hangi dönemde nasıl artırılmış? Zayıf zeminlere atalar, eskiler neden bina yapmamış? gibi soruların cevaplarının araştırılması gerekiyor.

Yeni yerleşimlerin inşasında ise çok temel bazı fırsatları yeniden kaçırmamak gerekiyor. Bunlar yüksek katlı konutlardan uzaklaşmak, insanın tabiatla ilişkisini sınırlamayacak yapılar inşa etmek, yapıların bir araya gelişlerinde asker nizamı aşırı rasyonel ve sıkıcı tekdüzeliklerden uzaklaşıp hayata alan açacak tek seferlik organik birleşimleri aramak bunlardan bazıları. Betonarmenin bilinen tek inşaat yöntemi olmadığını hatırlamak, kuru inşaat sistemlerine, ahşap, çelik, hafif çelik, hatta yığma yapılara az da olsa alan açmak. Ev denilen mimari birimin apartman dairesi değil, müstakil bahçeli bir yuva olarak tekrar tanımlanmasını sağlamak önemli.

İnsan fıtratına uygun, yaşanabilir kentler inşa etmenin temelinde hangi yöntemler kullanılmalı? Dünyadaki mimari trendler üzerinden örnek verebilir misiniz?

İnsanca mekanlar temel özlemimiz olmalı. Konutların güneşle, havayla, doğayla kuracağı ilişki içinde yaşayanların ruh halini, vizyonunu, dünyaya bakışını, kendini anlamlandırışını, çevresindekilerle ilişkilerini etkileyen unsurlar. Her yıkımın aynı zamanda yeni bir sınav olduğunu söylemek lazım. Her sınav da bir bakıma bir fırsattır. Madem son birkaç on yılda fiziksel çevremizi güzelleştiremedik, hatta yaptığımız yapılar ayakta bile kalamadı, o zaman buradan alınacak dersler ile şimdi birçok hatayı telafi edebilmeliyiz. İnsanca yaşanacak bir evin temelde asıl ülkü olarak müstakil ve bahçeli bir ev olduğunu hatırlamalıyız. Bugünün imkanları ile herkese müstakil ev yapamasak dahi, bu fikri hatırlamamız ve fikir birliği halinde o yöne doğru bakmamız önemli.

Bu evlerin sadece betondan değil ahşaptan da hafif çelikten de diğer başka alternatif yöntemlerle de yapılabileceğini hem hatırlamamız hem de çağdaş ülkelerdeki mimari yönelimlerden görmemiz gerekiyor. Yerel mimarlık birikiminin kıymetini anlamak için epey çaba harcamamız gerekiyor. Malzeme bilgisi, pencere açıklıkları, çatı biçimlenişleri, yönlenmeler, arazi seçimlerindeki yerel bilgi, asırlar boyu oluşmuş ve tecrübe edilerek saflaşmış çok kıymetli bilgilerdir. Mimarlar ve inşa edicilerin bunlara saygı ile yaklaşarak onlardan öğrenecek çok şeyi olduğunu itiraf etmesi gerekiyor.

Son zamanlarda sürdürülebilir, doğayı koruyan, daha az enerji ve su tüketen binalar tasarlanıyor. Bu binaların önemini ve Türkiye’de uygulanabilirliği nedir?

Dünyamızın artık kaynaklarını hoyratça harcamaya tahammülü yok. Küresel ısınmanın etkilerini görüyor, yakın gelecekte su kaynakları için ülkeler arası gerginlikler, savaşlar yaşanabileceğini biliyoruz. Endüstriyel ürünlerin dünyayı nasıl kirlettiği, karbon ayak izinin nasıl büyük bir problem olduğunu her geçen gün daha da yakından anlıyoruz. Tüketim ve üretim proseslerinin doğanın korunmasına ve çevre duyarlılığına kulaklarını tıkaması kendi kendimize yaşadığımız yeri yaşanmaz hale getirmek demek. Bu açıdan insani olarak tasarlanmış ve inşa edilmiş yapılar kaçınılmaz çözüm yolu olarak karşımızdalar. Alternatif yapım yöntemlerinden ahşap ile yapılan binalar, negatif karbon ayak izine sahip, yani karbon salınımı yapmak yerine aksine karbon yutakları olarak karbon depoluyorlar. Bu yapılar atık üretmiyorlar, betonarme yapıların enkazı ve molozu ile kıyaslarsanız daha iyi anlaşılacaktır. Betonarme molozunu ayrıştırmak, yeniden kullanmak mümkün değil.

Ayrıca deprem bölgesinde betonarme enkazı kaldırılırken ortaya çıkan asbest yüzünden tüberküloz ve diğer üst solunum yolu hastalıklarında büyük artış olduğunu gözlemliyoruz. Yıkılan ahşap veya hafif çelik binaların ise molozu yoktur, her parçası yeniden kullanılır, dönüştürülür. Hafif yapılar depremde en güvenilir yapılardır, esnerler, yıkılmazlar, yıkılsa dahi çökmez, içinde insanları ezerek öldürmezler. Yeni yapacağımız her yapının artık üretim süreci de dahil çevre dostu, atık üretmeyen yapılar olması gerekiyor. Yağmur sularını toplayıp depolaması ve kullanması gerekiyor. Doğal ışığı en verimli kullanacak biçimde tasarlanması ve yapay aydınlatma sarfiyatını azaltması gerekiyor. Yapı fiziğinin doğru kurulması ve bu sayede ısıtma soğutma ihtiyacının azalması gerekiyor. Aslında yapay zekaya mimari nitelik, çevre dostu olmak, pandemi dostu olmak, depremle ve afetlerle barışık olmak, insani kalitede olmak gibi unsurları tek tek anlatsak, sanırım ortaya yeni mimarlığımızın nasıl olması gerektiğine dair bir resim çıkmış oluyor. O resmin peşinden gitmek lazım.

Son olarak eklemek istedikleriniz…

Türkiye yapısal çevrede birçok olumsuzluk ve kötü sınavlar vermiş olmasına rağmen, bütün bunlardan öğrenip tekrar büyük bilgeliği ortaya koyabilecek potansiyele sahip bir ülke. Başta söylediğim büyük birikimi hatırlayıp, bugünün sorumluluğu ile kendimize yakışır fiziksel çevrenin ortaya konmasına toptan bir irade ile niyet edilmesi gerekiyor. Evet, belki kulağa hafif geliyor ama, niyet etmek, bu koca düzenin olumlu yönde değişmesi ve gelişmesi için en temel unsur. Bu büyük potansiyelin ortaya çıkarılabilmesi için de tek gerçek başlangıç noktası. Mimarlık disiplini, mimarların değil, kendimize yakışır bir şehrin, evin, fiziksel çevrenin oluşturulmasına niyet etmiş olan toplumun, karar vericilerin hizmetinde olmalıdır. Bu vizyonu, hayali, tasavvuru, ne kadar geniş bir kitlenin paylaştığı önem arz ediyor. Çaresizliğimizi üzerimizden atıp, kendimize layık olanı yeniden tarif edebilmek ilk işimiz sanırım.