Ayasofya ve çevresinin yeraltı yapıları; kanallar, sarnıçlar, kuyular ve diğerleri…

Şehrimizin hikâyesi, denizlerle çevrili bir yarımada ve onun en yüksek noktası olan akropolde başlıyor. Yerleşim yerinde Kalkolitik Çağ’a kadar inen bulgular olsa dahi asıl kuruluşun, İÖ 660’ta Byzantion adıyla gerçekleştiği biliniyor. Dor kökenli Megaralılar; Karadeniz ticaretini kontrol edebilmek adına ünlü Delfi kâhinlerinin de tavsiyesine uyarak burada bir koloni kuruyor. Bu koloninin kurulmasından tam 2 bin 670 yıl sonra ise arkeolog, speleolog, mimar, mühendis, dalgıç ve su altı fotoğrafçılarından oluşan ekibimle akropol bölgesi ve yamaçlarında yeraltında kalmış tarihin izini sürmeye başlıyoruz… Öncelikle 2005 yılında bu çalışma için Anadolu Speleoloji-Mağara Bilimi Grubu (ASPEG) ile bir protokol imzalıyoruz. Su dolu alanlar, bu proje için üretilen robot kamera (ROV) ve dalış yoluyla araştırılıyor. İnsan giremeyen bazı kanallar ise paletli robot kamera ile görüntüleniyor. (Bu tür kameralar, Mısır Piramitlerinin keşfinde de kullanılmıştı.) Mimari ölçümlerden ve ölçekli plan üzerindeki yerleştirmelerden sonra üç boyutlu modellemeler ve videolar hazırlanıyor. Böylece buralara giremeyecek herkes, içeride dolaşıyormuş gibi söz konusu yapıları izleyebiliyor.

Bir İlki Gerçekleştiriyoruz Ve Sorumluluğumuz Çok Büyük

Konstantinopolis’in I. Tepesi olarak anılan bu bölgedeki en önemli yapılar; Ayasofya, Topkapı Sarayı ve Hipodrom. Tüm bu yapıları içine alan geniş çaplı bir arkeolojik alanın yeraltını araştırmak da takdir edersiniz ki oldukça zor. Bizler, su yolları ve dehlizleri takip ederek yeraltı haritası oluşturmayı hedefliyoruz ve bu bir ilk. Yani sorumluluğumuz çok büyük… Araştırmam, mensubu olduğum İstanbul Teknik Üniversitesinin (İTÜ) Bilimsel Araştırma Projesi olarak kabul görüyor. Tabii bu sırada yaşananlar da burada yazıldığı gibi kolay olmuyor. İlk zamanlar bu araştırmanın hayatımın projesi hâline geleceğinden, senelerce yaşayacağım çok çeşitli zorlukları beraberinde getireceğinden ve özellikle Ayasofya ile ilgili çalışmamın sahiplenilmeye çalışılacağından habersizdim. Yalnızca büyük bir hedefim ve bu kadim şehir hakkında ilk defa ortaya çıkarılacak bilgilere ulaşmanın heyecanı vardı. Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı ve bana başından beri büyük destek veren Prof. Dr. İlber Ortaylı, “İmparator Valens’e kadar su kemerleri yoktu, burada sarnıçlar işe yarıyordu. Ayrıca Topkapı Sarayı’nda temellerin rutubetten korunması için çoğu yerde drenaj kanalları yapılmış. Bu sarnıç ve kanalların da elimizde haritası yok. Bunları sizden bekliyoruz” diyordu.

Başkanlığımda yapılan araştırma için National Geographic 23 sayfa ayırmıştı. Ulusal ve küresel ölçekte televizyon kanalları, araştırmamızla ilgili belgeseller çekti. Araştırmanın ilk bulgularını yayınladığım dönem konferans vermem için Sorbonne Üniversitesi’ndeki Tarih Doktora programına davet edilmiştim. Ayasofya’nın yeraltı ise en ince detayına kadar İtalya’nın bu konuda en prestijli süreli yayınının daveti ile yayımlanmıştı. Yine Prof. Dr. İlber Ortaylı, halka açık bir konferans vermek için beni davet etmişti ve ilgi çok büyüktü. Ayasofya tarafında ise durum farklıydı. O dönem, bu yeraltı kanallarının ve yapılarının varlığının ortaya koyulması bile çok hassas bir konuydu. Bilimsel yayınların yanı sıra tüm bu çabalarımız, konuyu bilinir hâle getirmek ve bu bölgenin korunması için öncülük etmekti. Çünkü bu kanal sistemini haritalandırmak, bilimsel değerinin yanı sıra Ayasofya için hayatiydi. Bugün İstanbul’un ve Ayasofya’nın yeraltı artık revaçta bir konu ama ne yazık ki spekülasyonlar da bol. Bu çalışma daha da gelişip İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti için “Yeraltındaki İstanbul: Roma, Bizans ve Osmanlı döneminde İstanbul’daki su yolları ve sarnıç sisteminin tespiti ve bunların Mekânsal Bilgi Sistemine aktarılması” olarak İTÜ projesine hâline gelse dahi yazımda daha çok Ayasofya’daki bulgularımızdan bahsedeceğim. Yine de konu İstanbul ve su olunca, sadece Ayasofya sınırları içinde kalmak zor.

Hipodrom Ve Topkapı Sarayı Altındaki Su Yolları, Ayasofya İle Bağlantılı

Çalışmalarımız sonucunda Hipodrom ve Topkapı Sarayı altında ortaya çıkardığımız su yolları ve Ayasofya, birbiriyle bağlantılı. Ayasofya’nın yeraltı yapılarını da bu kapsamda düşünmek lazım. Bulgularımız; su yollarını, drenaj kanallarını, kuyu ve sarnıçları ortaya çıkarırken bazıları da 4’üncü ve 5’inci yüzyılda inşa edilmiş daha önceki Ayasofya’lara ait bilinmeyen beş adet yapıyı bulmamızı sağladı. Çünkü bu yapılar, kanalların hattı üzerinde kaldığı için bunlarla birleşmiş ve bazen de içleri sarnıç sıvasıyla sıvanarak su rezervuarları hâline getirilmişti. Bunların en büyüğü de yapının iç narteksinin altında bulunuyordu. Orta Çağ kaynaklarına göre bugün Topkapı Sarayı’nın olduğu yerde, ilk kolonistlerden kalan ve İS 2’nci yüzyılda Roma İmparatoru Septimus Severus tarafından yenilenen Apollon, Artemis ve Aphrodite tapınaklarının olduğu tahmin ediliyor. Ayasofya çevresinde ise bir Tetrastoon (dört yanı revaklarla çevrili alan) ve Helios Tapınağı olduğu düşünülüyor. Dor kökenli kolonistler yarımadaya ayak bastığında, stratejik açıdan son derece elverişli olan bu bölgede tatlı su kaynağı olmadığını fark etti. Uzaklardan su taşıyan kemerlerin ve su yollarının yapılması içinse yaklaşık bin yıl geçmesi gerekiyordu. Bu yüzden buldukları ilk çözüm, kuyular açmaktı. Ayasofya’nın içi ile bahçesinde araştırdığımız ve çeşitli dalışlarda bulduğumuz dokuz ve Topkapı Sarayı alanı içinde keşfettiğimiz 15 kuyudan bazıları, bölgenin en eski su kaynakları.

Tespit Ettiğimiz Kuyular, Yeraltı Sarnıcı Söylencesinin Kaynağı

Ayasofya’da tespit ettiğimiz 10 kuyudan içlerinde yaklaşık 10 metre su bulunan ikisi yapının içinde batı ekseninde; üçü güneyde türbeler bahçesinde olmak üzere farklı yönlerde yapının etrafını sarmaktaydı ve eski kaynaklarda bahsedilen kutsal kuyunun yerini de tespit etmiştik. İşte bu kuyular da 14’üncü yüzyıldan başlayarak çok defa Avrupalı gezginler ve Osmanlı tarihçileri tarafından bahsedilen devasa bir yeraltı sarnıcı söylencesinin de kaynağı… Söz konusu sarnıcın büyüklüğü kimi zaman o kadar abartılmış ki içinde kayıklarla gezilebildiği, hiç yağmur yağmasa da ruhbanlara 10 yıl yetecek kadar su bulundurdu ğu, hatta denize kadar ulaştığı yazılmış. Bu savların çoğu herhangi bir araştırma yapılmadan kuşaklar boyu aktarılmış söylencelerden türemiş olmasına rağmen, yazarlar tarafından şahit olunmuş gibi yazılır. Örneğin 1678’de Ayasofya’yı ziyaret ederek çizimler yapan William Joseph Grelot, denize kadar ulaşan bir sarnıçtan bahsetmişti ancak gördüğü sadece bir kuyuydu. Onun çizimlerinde bizi ilgilendiren bir şey vardı ki o da büyük sarnıca açıldığını söylediği kuyu ve bu kuyudan su çekmekte olan bir Osmanlı’ydı. Biz 318 yıl sonra o kuyuya daldık. Bu zaman tünelinde yaptığım dalış, araştırmanın ilk adımını oluşturmasının yanı sıra hayatım boyunca unutamayacağım en önemli deneyimim olmuştu. Tespit ettiğimiz en etkileyici yeraltı yapılarından diğeri ise bir hypogeum’du. Yapı içindeki nişlerde bulunan 12 adet kline (mezar yatağı), buranın mezar olarak inşa edildiğini gösteriyordu. Bir dönem hidrolik sıva ile kaplanıp sarnıç olarak kullanılmıştı ve buraya su kanalları bağlanıyordu. Atrium’un kuzeybatısında da çok önemli bir alt yapıyı keşfimiz, heyecan vericiydi. Toparlayacak olursak burada heyecan verici tüm bulgulardan ve yıllardır süren çalışmalarımızdan tümüyle bahsetmek imkânsız. Daha fazla bilgi edinmek isteyenler, www.hagiasophiasubterranean.itu.edu.tr adresinden yayınlarımızı takip edebilir. Son olarak iyi bir haber daha vermek istiyorum: Geçtiğimiz yaz 2020 Eylül ayında Fransa’dan gelen bir film şirketi, benden bu konuda bilimsel danışmanlık istedi ve çalışmalarımızı içeren bir belgesel çekti. Çalışma, yakında dünyaya dağıtılacak ve bizler de bunu heyecanla bekliyoruz.

İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi, Yeraltındaki İstanbul / Yeraltındaki Ayasofya Proje Yöneticisi Dr. Çiğdem Özkan Aygün